Pazartesi, Ekim 09, 2006

Yeni Okulumuzu Sevdik

Ne kadar tembelim. Benden yazar filan olmazmış.
Blogumu açalı 5 ay oldu 5 ayda yazdığım yazıları toplasam iki elin parmaklarını geçmez.
Niye?
Çünkü ben yazamaktan ziyade konuşmayı severim.
Yazmak zül gelir. Konuşmak kolay.

Son yazımdan buyana neredeyse 3 ay geçmiş.
N'apmışım bu üç ayda?
Yaz geçmiş gitmiş, okullar açılmış , Aşkım yeni okuluna başlamış ve hafta sonu eve gelen anket sonucundan anladığım kadarıyla da okulunu sevmiş.
İşte bu güzel haber.
Geçtiğimiz yıl, 3 ay boyunca her gün Aşkım'ın okula gitmemek için döktüğü göz yaşlarını düşününce, hatta muhteşem haber.
Yeni okulunda eskisinden farklı ne yapıyorlar bilemiyorum. Ama okulda geçirilen süre daha uzun olduğu halde Aşkım ilk günden itibaren hevesle okula gidiyor. (aman maşallah diyeyim) Ne zaman tatil olacak diye sormuyor.
Biraz snob bir yaklaşım olacak belki ama düşünmeden edemiyorum. Acaba bu durum özel okul farkı mı? Geçen yıl devlet okulunda envai çeşit çocukla bir aradaydı. Bu yıl, (okulun da bir özelliği olarak) kendisi ile aynı sosyo-kültürel sınıftan çocuklarla birlikte. Dolayısı ile çatışma yaşamıyor.
Üfff! demin yazdığım cümleyi okuyunca çok kibirli buldum. Ama yaptığım kibir filan değil. Öyle zengin bir aile de değiliz ki kibir yapayım. Zaten okulun bahsettiğim özelliği de buradan geliyor. Öğrenci kabullerini kim parayı bastırırsa şeklinde değil, başvuran velilerin benzer sosyal, kültürel, ekonomik sınıftan olmasına bakarak yapıyor. Amaçları çocukların evde ve okulda alcakları terbiyenin çatışmasını engellemek, birbirini tamamlamasını sağlamak. Aşkım'ın sınıfından tanıştığım velileri ve çocuklarını düşününce de okulun öğrenci seçimindeki titizliğinin lafta kalmadığını görüyorum.
Her neyse, halimden memnunum kısacası. Aşkım da bayıla bayıla gidiyor okuluna.
En korktuğum şeydi çocuğumun okuldan nefret etmesi. Çünkü bütün eğitim hayatını etkileyecek bir şey, okulu sevip sevmemesi.

İnşallah bu durumu değiştirecek bir şey olmaz.

Perşembe, Temmuz 20, 2006

Balığımız Sizlere Ömür

Aşkım, pek çok çocuk gibi ne zamandır bir hayvan- aslında kedi- istiyordu. Ancak ona uzun uzun kediye nasıl bakılması gerektiğini ve bir kedi alırsak bütün bunları kendisinin tek başına yapacağını söyleyince bu isteğinden vazgeçti. Daha doğrusu erteledi. Şimdi kedi sahibi olacak kadar büyüyeceği yaşı bekliyor.

Tabi bu durum onun arada sırada "kedi" diye sızlanmasına da engel teşkil etmiyor. Bir ara sızlanmaları o kadar arttıki; biraz onun gönlü olsun, biraz da düzeltmesini isteğimiz davranışlarına ödül olsun diye bu yıl doğum gününde ona minik de olsa bir hayvan almaya karar verdik. Eğer yemeklerini sızlanmadan ve seçmeden kendi kendine yer; uyku zamanı yardım almadan dişlerini fırçalayıp, geceliğini giyip, zamanında yatağına giderse doğum günü armağanı bir hayvan olacaktı. Bu kararımızı vakit geçirmeden ona bildirdik, tek tek şartlarımızı sıraladık. Sonradan hayal kırıklığı, mızıkçılık vb olmasın diye de ona alabileceğimiz hayvanların isimlerini sıraladık. Kuş, su kaplumbağası ve balık. Koşullarımızı yerine getirdiği takdirde bu üç hayvandan birini seçecek ve sahip olacaktı.

Nitekim kuşum bütün bir kış ve bahar boyunca bir hayvana sahip olabilmek için canla başla çalıştı. Her zaman olmasa da, zor da gelse çoğu zaman şartlarımıza uydu. Uyamadığında hem ağladı yalvardı, hem tehdit etti. Ama o kadar çok istedi ve çaba harcadı ki, ona şartlara tam olarak uymayı başaramadığını ancak gösterdiği çabadan ötürü bir ödülü hakettiğini söyledik ve sunduğumuz listeden bir hayvan seçmesini istedik.

Benim tedbirli kızım belki grip olur diye kuş istemedi. Su kaplumbağası da kavanozundan kaçıyormuş (arkadaşı öyle demiş) diye istenmedi. Bir kere daha "kedi" diye mızlanıldı, ancak tavız koparılamadı. Kala kala balık kaldı geriye. Biz de bir ay kadar önce Aşkım, sevgilim ve ben en yakındaki pet shopta aldık soluğu. Önce minik ama çok şık bir akvaryum beğenildi, içine konulacak taş, aksesuar vb seçildi. Sonra sıra geldi balıklara bakmaya; Küçük hanım bir turuncu, bir kırmızı beyaz ve bir de siyah balık beğendi. Balıklarımız su dolu poşete, akvaryumumuz sağlam başka bir poşete, balıklarımızın yemi, ilacı vb si başka bir poşete konuldu ve "baba arabayı yavaş sür balıklarımın midesi bulanacak" uyarıları arasında eve dönüldü.

Evde balıklarımızın yeni yuvası özenle hazırlandı. Aşkımın odasında en mutena bir köşeye yerleştirildi. Her akşam her akşam aksatmadan yemleri verildi. Haa unutmadan bu arada balıklarımıza isim de konuldu. Siyah balıkın renginden dolayı erkek olduğuna hükmedildi ve -nereden çıktıysa- "hasan" adıyla onurlandırıldı. Kırmızlı ve beyazlı çok kırıtıktı, yani kız balık, ona da "lale" dendi. Turuncu balık renginden dolayı kız olabilirdi, ama çok iri ve kaba sabaydı aynı zamanda. O yüzden ona da yuvarlak bir isim kondu: "Boncuk".

Böylece balılarımızla mutlu mesut yaşarken, dün "lale" yani kırmızı beyazlı balığımız bir garip davranmaya başladı ; kendini gidip gidip suyu temizleyen aletin altına yapıştırıyordu. Veeee bu gün de sizlere ömür. Zavallı "lale"mizi hemen sudan çıkardık, salondaki en büyük çiçeğin saksısında bir mezar yeri açıp törenle gömdük. Arkasından "şimdi cennetteki havuzlarda yüzgeç çırpıp, kuyruk sallıyordur" diye güzel güzel konuştuk. Hatta Aşkım kinder süpriz kutusundan post modern bir mezar taşı bile yaptı balığımıza. Sonra da diğer balıklarına da bir şey olmasın diye dua etti.

Bu konu şimdilik umduğumdan daha hafif ve yarasız atlatıldı. balık alırken fazla uzun ömürlü olmadıklarını, eninde sonunda ölüp Aşkım'ı üzeceklerini biliyordum. Hatta bu durumu kızımla da konuşmuş ve iyice anlamasını sağlamıştım. Şimdi görüyorum ki başarılı olmuşum. Aşkım üzüldü balığın ölümüne ama hayal kırıklığına uğramadı.

Cumartesi, Temmuz 08, 2006

Yaz tatili

Benim çocukluğumda yaz tatili; okulların kapanması ve hemen ardından anne ve kardeşlerle birlikte yazlığa gitmek demekti. Bütün yaz orada denize girilir, açık havada azılır , güneşten marsık gibi olunur ve şehre öyle dönülürdü. Baba da işlerinden fırsat buldukça bir kaç günlüğüne kaçardı. Annem için değişen bir şey pek olmazdı: Şehirde yaptığı ev işlerinin aynısına yazlıkta da devam ettiği için. Bu demek oluyor ki yazlığın keyfini hiç tartışmasız en iyi çocuklar çıkartırdı.

Bi de arsız misafirler. Allahtan bizim pek fazla yoktu. Bi tek küçük teyzem. İki çocuğuyla birlikte gelir, deniz suyuna alerjisi olduğu için denize girmez ama bütün gün verandada yatıp güneşlenir ve arada sırada " Sarıgüüüül, Engin'e (oğlu oluyor) söyle kıyıdan ayrılmasın", "Yaaaaseeemiiinn (bu da kızı), abinin sözünü dinle bakiyim" gibi seslenmelerle başta çocukları olmak üzere çevresindeki herkesi uzandığı yerden idare ederdi. Tabi bu durumdan annem de nasibini alırdı. Annem ablası olduğu için ona daha farklı ricalarda bulunurdu: "Ablacım, ayağım uyuşmuş yerimden kalkamıyorum (bahane!), şu benim çocukların karnını bi doyuruversen. öğle yemeğini atlamaya hiç alışkın değiller." ya da "Kızım yerimden kalkamam şimdi git söyle teyzene versin sana limonata" gibisinden ve asla sonu gelmeyen ricalar... Annem sinir olurdu.

Allahtan eniştem huysuz bir insandı da teyzem geldiği zaman pek fazla kalamaz en fazla 10 günde geri dönerdi. Şimdi düşünüyorum da öyle huysuz bir insana da teyzem gibi aşırı rahat birisi tahammül edebilirdi ancak. Kimbilir belki de bu kadar rahatlık teyzemin savunma mekanizmasıydı.

Neyse, gelelim bu günün tatil şartlarına. Öncelikle deniz kirliliği ve betonlaşma, yazlığı yazlık olmaktan çıkardı. Sonra çalışmaya başladım ve uzuuuun yaz tatilleri zaten hayal oldu.
Şimdi tatilden anladığımız; işten izin alınan bir hafta, güneyde bir yerlerde beş yıldızlı bir otele veya tatil köyüne yaptırılan rezarvasyon (Aşkım doğalı beri Ege'yi tercih ediyoruz; denizi daha az tuzlu, kumluk ve sığ olduğu için) , bir hafta öncesinden yapılan yanında götürülecekler listesi eşliğinde hazırlanan valizler (bu da Aşkım doğduktan sonra başladı, e her türlü hava durumuna uygun kıyafetler, bilimum deniz oyuncakları, olabilecek her türlü rahatsızlık için ilaçlar merhemler vb.), Sonrası rutin; sabah kalk açık büfede kahvaltı et, bol bol kremlen, Aşkım'la denize gir oyun oyna, arada bir şeyler atıştır, yine açık büfede yemek ye, Aşkım'ı kandır öğle uykusuna yat, kalk tekrar denize gir, gel odaya duş al, yine bol bol kremlen, açık büfede akşam yemeği ye, çocuk diskosuna git, sonra tekrar dön odaya ve uyu. Tabii bütün tatil Aşkım'ın üzerine döndüğü için, şöyle bir keyifli yüzemeden, doya doya uyuyamadan, hangi akla hizmet yanında götürdüğün kitabı okuyamadan, ama bunun yanında, kızınla oynamaya, onunla koyun koyuna uyumaya kumdan kaleler yapmaya doymuş olarak eve geri dönüyorsun.

Ve tabi hemen işe başlıyorsun.

Ve tatil damağında kalan tek kişi sen olmadığın için bir iki gün sonra küçük hanım başlıyor sormaya "Anne bi daa tatile ne zaman gitcez?"

Pazar, Haziran 18, 2006

Okullar Kapanıyor

Yarın sabah Aşkım karnesini alacak ve hayatının ilk okul yılını noktalayacak. Çok heyecanlıyım. Tipik anne belirtileri gösteriyorum. Aşkım sabah ne giyecek, e benim de geri kalmam söz konusu olmaz; ben ne giyeceğim. Fotoğraf makinasına pil, kameraya film aldım mı? Kontrol ettim tamam. Törene, babası gelemez sabah önemli bir toplantısı vardı iptal edemedi. teyze zaten gelecek, anneanneye haber vermek lazım o da gelsin. Yazık Babaanne ve dede uzakta; halbuki biricik torunlarının karne törenini görmek onların da hakkı. Keşke haber verip gelmelerini sağlasaydık. Ancak o zaman 10 dakikalık bir karne töreni için abartılacak ne varsa hepsini yapmış olacaktım.

Abartı mabartı, ciddi ciddi bu yazdıklarımın hepsini ya düşündüm ya yaptım. Her ne kadar aksini idda etsem de, zaman gösteriyor ki ben de tek çocuklu buldumcuk annelerdenim. Ve bu durumdan hiç de şikayetçi değilim. Hatta hoşuma gidiyor abartmak. Kendimi daha bir anne gibi hissetmemi sağlıyor.

Ben bu kadar heyecanlıyken, minik kuşum da bir o kadar dertli. Onca beklediği yaz tatilinin arkadaşlarından ayrılık anlamına geldiğini yeni idrak etti ve hiç hoşuna gitmedi. Özellikle öğretmeninden ayrılmak çok zoruna gidiyor. Çünkü önümüzdeki yıl başka bir okula devam edeceğini ve öğretmenini bir daha görme şansı olmayabileceğini biliyor. Öğretmeni de Aşkım'ın üzüntüsünü anlamış olacak ki, cuma günü okula Aşkımı almaya giden teyzesine telefon numarasını vermiş ve Aşkım'ın ne zaman isterse onu arayabileceğini söylemiş. Tabi bu duruma Aşkım çok sevindi ve Cuma gecesi saat 11 civarı uykusundan kalkıp, "hadi öğretmenime telefon edelim" diye tutturdu. Onu ikna edip tekrar yatırana kadar canım çıktı.

ÖZEL OKUL MU DEVLET OKULU MU?

Kuşumun bu yılki öğretmeni çok çok iyiydi. Önümüzdeki yıl aşkım anasınıfına başlayacak. Bu nedenle devam edeceği ilköğretim okulunun anasınıfına vermenin daha doğru olacağını düşündük ve şubat ayında önümüzdeki yıl için kayıt yaptırdık. İnşallah yeni okulundaki öğretmeni de en az bu yılki kadar iyi çıkar. Yoksa çok üzüleceğim.

Geçtiğimiz yıl Aşkım'ın okuldaki ilk yılı olacağı için O'nu evimizin hemen yanındaki devlet okulunun okul öncesi eğitim bölümüne göndermeyi daha doğru bulmuştuk. İtiraf ediyorum okulu tek tercih nedenimiz de buydu. Eve yakınlık. Yoksa iyi bir eğitim vb beklemiyorduk. Aşkım okula alışsın, biraz disipline olsun filan diye düşündük. Zaten devlet okullarının kalabalığını, pisliğini, özensizliğini gazetelerde okudukça umutsuzluğa kapılıyor ve biricik kızımızı özel bir okulda okutmanın zorunlu olduğuna daha çok emin oluyorduk. Ama kızımın bu yıl ki öğretmeni o kadar iyiydi ki bu kararımızı sorgulamamıza yol açtı. Evet sınıfları özel okullara göre daha kalabalıktı. Örneğin göndereceğimiz okulda sınıflar max 12 kişilik. Her sınıf öğretmenin bir de asistanı var. Aşkımlar ise bu yıl 20 kişiydiler ve öğretmen tek başına hepsiyle ilgilenmeye çalışıyordu. Veliler birleşip, maaşını ödeyerek bir stajyer öğretmen tutmasak işi çok zordu. Buna rağmen öğretmenimiz çocuklarda inanılmaz gelişmeler yarattı. Aşkım artık çok daha özgüvenli, becerikli, disiplinli ve düzenli.

Okulun ilk yıllarında öğretmenin nekadar önemli olduğunu biliyorum. çocukğun ya okulunu sevmesine ya da okuldan nefret etmesine sebep olur. Bu yıl öğretmeni Aşkıma okulu sevdirdi. Umarım önümüzdeki yılda yeni öğretmeni bunu devam ettirebilir.

Pazartesi, Mayıs 29, 2006

Aşkım'ın Doğum Günü ve Okul Müsameresi

Hafta sonu oldukça yoğun geçti.

Cumartesi günü Aşkım'ın okul müsameresi vardı. O kadar güzeldi ki, mutluluktan hem güldüm hem ağladım. Geçen yıl ki bale dersleri işe yaramış, kuşum dans ederken bir kuğu kadar zarif ve profesyonel bir balerin kadar ciddiydi. Halbuki hepi topu 5 yaşında. O kadar figürü nasıl ezberlemiş şaştım kaldım.

Dans edenler 5 yaşında olunca, dans hocaları da sahnenin bir köşesinde yerini alıyor ve uzaktan çocuklara dans adımlarını hatırlatıyor. Hepsi birbirinden şeker 12 çocuk bir gözleri hocalarında büyük bir ciddiyetle dans ediyorlar. Tabi bir yandan da salonu tarayıp anne babalarını bulmaya çalışıyorlar. Arada görenler dansı filan unutup el sallıyor. Hatta bir tanesi dayanamadı "anneee" diye seslendi. Aşkım da sahneye ilk çıktıklarında bizi epey arandı, bakındı. Dayanamadım, gösterinin başında kınadığım diğer anneler gibi ben de el salladım. Gördü, el salladı ve müziği duyar duymaz da dansına başlayıp bir daha bizden tarafa hiç bakmadı. Kızım diye söylemiyorum, Aşkım'la gerçekten gurur duydum. Çünkü dans boyunca yaptıklarına konsantre olup, öğretmeninden tarafa bile hiç bakmayan tek çocuk O'ydu grupta. Sanırım bu nedenle sahnenin en önünde ve tam ortadaydı gösteri boyunca.

Pazar günü ise minik kelebeğimin doğum günüydü. Evde parti yaptık. Çok kalabalık olmayalım diye düşünmüştük ama, kuzenleri, çok sevdiği 2-3 arkadaşı onların anne babası derken bayağı kalabalık olduk. Çocuk kısmı zaten birbirini bulunca dünyayı unutuyor. Eh kuşum da doğum günü çocucuğu olarak şımarma hakkını sonuna kadar kullanınca, gün benim için epey yorucu geçti diyebilirim. Ama yatmadan önce Aşkım'ın büyük bir mutlulukla " Anne bir doğum günü ancak bu kadar güzel olabilirdi" demesi bütün yorgunluğumu unutturdu.

İyi ki doğdum minik kuşum. İyi ki varsın.

Pazartesi, Mayıs 15, 2006

Dün "Anneler Günü"ydü ve Ben Ağladım

Dün malum anneler günüydü. Kızım bana hediyesini çok önceden verdiği için herhangi bir şey beklemiyordum. Ama.. meğerse devamı varmış. Dün hayatımın en güzel hediye sepetini aldım. Okulda anneler günü için çocuklar kendi elleri ile hazırlamışlar.

Sepetteki hediye kızımın kendi minik elleriyle süsleyip boyadığı ve içine birlikte çekilmiş bir fotoğrafımızı koyduğu bir resim çerçevesiydi. Evden götürdüğü, çeşitli makarna, kuruyemiş kabukları, incik boncuk, düğme vs. nin ne için olduğunu çerçeveyi görünce anladım. Hepsi bir çerçevenin üzerine yapışıp boyanınca ortaya tahmin edilmeyecek kadar güzel bir şey çıkmış. Ya da kızım yaptığı için bana dünyanın en güzel çerçevesi gibi geldi. Bilemiyorum...

Diğer güzel bir hediye de yine seramik hamurundan yapılıp kırmızıya boyanmış üzerinde "annecim seni çok seviyorum" yazan kalpti. Bir de kırmızı kartondan üzeri kurdele ile süslenmiş bir kart çıktı. İçinde kızımın sözleri ile" ANNECİĞİM BANA SARILMAN BENİ ÇOOOOK MUTLU EDİYOR" yazıyordu. Bir de kızımın kendi boyadığı bir saksı ve çiçek vardı.

Bu kadar şeyden sonra insan ne yapar. Her anne gibi çocuğuyla gurur duyar ve mutluluktan oturur ağlar. Üstelik sepetten çıkan bir de şiir vardı; rulo yapılıp kırmızı kurdele ile bağlanmış.. şiiri okurken baktım yanımda olan annem de benimle birlikte ağlıyor.

İyi ki varsın Aşkım.

Anneciğim sen de iyi ki varsın. İyi ki kötü günümde, iyi günümde, mıtluluğumda, sevincimde, hastalığımda, sağlımda hep yanımdasın.

Veee, sevgili kız kardeşim! Sen de annesin. Hem kendi çocuklarının, hem de benim çocuğumun.. hatta arada benim de.. Sen de iyi ki varsın..

Hepinizi çok seviyorum. Sizsiz ben ne yapardım bilemiyorum.

Cuma, Mayıs 12, 2006

Anneler Dikkat! Salgın Var

Aşkım salı gününden beri hasta. Okulda midesi bulanmış. Eve geldikten sonra da kusmaya başlamış. Benim o gün çok önemli bir toplantım olduğundan bana haber vermemişler. Gece 11 gibi eve geldim ki kuşum, yüzü sapsarı, gözlerinin altı morarmış, uyuyor. Ama çok sürmedi, uyandı ve yine kustu. Bu durum sabaha kadar sürdü.

Okul da Aşkım'dan başka 3-4 çocukta daha aynı belirtilerin olduğunu duyunca gıda zehirlenmesinden şüphelendik hemen, ama sonra okulun bu konuda çok tedbirli olduğu aklımıza geldi ( dışarıdan yiyecek getirilmesi kesinlikle yasak ve bütün yemekler, hijyenik koşullarda gıda mühendislerince kontrol edilerek hazırlanıyor). Biraz içimiz ferahladı ama yine de gecenin bir yarısı hemen doktor arandı. Bulantı ve kusma var, tabi halsizlikte, ishal henüz yok. Doktor arkadan o da olur dedi nitekim ertesi gün oldu.

Ama telaşlanacak bir şey yokmuş. Bulantı, kusma ve ishal yaratan bulaşıcı bir mikrop salgını varmış. Özllikle bünye zayıfsa etkiliyor, halsiz bırakıp yatırıyor. Doğru beslenilirse de 2-3 günde geçiyormuş. Bu süre zarfında az az ama sık sık fazla yağlı olmayan, hazmı kolay yemekler yemek ve bol sıvı (süt hariç) almak gerekiyor. İlaca lüzüm yok.

Unutmadan, bu mikrop çocuklar kadar büyükleri de etkiliyor. Okuldan sonraları Aşkım'la ilgilenen teyzesinde ve işyerinden bir arkadaşımda da aynı belirtiler başladı.

Bu arada çalışan anne olmanın zorluğunu bir kez daha anladım. Bu hafta iptal edemeyeceğim geç vakte kadar süren toplantılarım vardı. Ve ben de içim içimi yiyerek, saat başı eve telefon edip haber sorarak çalıştım. Dün Aşkım bayağı düzelmişti, kucağıma zıplayıp boynuma sarılarak " anne ben seni çok özledim, n'olur yanımdan ayrılma, koyun koyuna yatalım" deyince suçluluk duygum had safhaya ulaştı.

Niye hala çalışıyorum bilmiyorum. "Onun geleceği için" desem olmuyor; çünkü çocuğumun bugününü harcıyorum. bana en ihtiyacı olduğu anda yanında olamıyorum. "Kendim için" desem, bu sefer de kendimi çok bencil buluyorum.

Velhasılı iki arada bir deredeyim.